29 Aralık 2008 Pazartesi

Ölümün Sesi


Orjinal Ad : One Missed Call
Yapım : 2008, USA / Japonya / Almanya
Yönetmen : Eric Valette
Süre : 87 dk

Geçtiğimiz perşembe Melo'cuğumun Digitürk'teki kayıtlı doğumgünü olduğu için "3 gün boyunca Digitürk'teki herşey bedavaymış" uyarısıyla açtık salonlardan birini ve karşımıza çıkan ilk film olan "One Missed Call"ı izlemeye başladık. Korku filmi hastası bir insan olarak bir nevi işkence seansı şeklinde süren ve biten filmden daha acı olan şey ise bu bedavalığa salonların dahil olmaması ve 9 YTL'yi bu saçmalığa vermiş olmamız.

Neyse efendim konumuz şöyle ki, ortada cevapsız aramalar ve ölümler mevcut. Ölmüş birisinin telefonundan size çağrı geliyor, telefonunuz garip bir tonda çalıyor (tipik ilkel elektronik oyuncak melodisi), karşıdaki ses birkaç gün/saat sonraki bir tarihten bir mesajınız olduğunu söylüyor, ardından telefonda kendi sesinizi ve son sözlerinizi duyuyorsunuz. Sonra belirtilen tarihe kadar sağda solda kırkayaklar, hayaletler, corpse mahlukatlar filan görüyorsunuz, tam mesajda belirtilen saatte, tam mesajdaki sözleri söylüyorsunuz ve ölüyorsunuz. Siz ölünce bir "varlık" cep telefonunuzdan başka birini arıyor ve döngü böyle devam ediyor.
Kimsenin aklına sim kartı ya da telefon pilini çıkarmak gelmedi mi demeyin, deniyorlar gene de olmuyor. Hatlarını iptal ettirmek istediklerinde "Hat sizin kullanmayın olsun bitsin ammaann" tadında takılan yandan yemiş hippiyi de o durumdaki bir insan üzerine oturup boğar. Bunlar bence hep hazır kart kullanmalarından kaynaklanıyor, faturalı olsa sabit ücret ödemek istemiyorum huleyn deyip kurtulabilirlerdi :p

Başrol kızımızın kardeşine geliyor bu cevapsız çağrıdan, kızkardeş de bir televizyon kanalındaki şeytan çıkarma ayinine katılıyor ve oradaki olaylardan anlıyoruz ki bu hakketten şeytani birşey. Ardından esas kızımızın telefonu çalıyor ve söylenen ölüm saatine ben deyim 6 siz deyin 8 saat kalmışken olayı çözmeye çalışıyorlar. Kardeş ölürken akılları nerdeydi bilmiyoruz. Olayın ilk kiminle başladığını araştırıp müstakbel kötü ruhu tespit ediyorlar; kızına zarar verdiği için evladından ayrılmış bir "deli" anne. Annesinden ayrılan kızın bir hastanede kaldığını, o hastanenin yandığını, annenin de kızını sürekli ziyaret ettiği için orada çıkan yangında öldüğünü öğreniyorlar ve hemen suçlu diye yaftalıyorlar kötü annenin ruhunu. Halbuki sonradan ortaya çıktığı üzere küçük kıza zarar veren kişi annesi değil 7-8 yaşında sabi olmasına rağmen satanik satanik giyinip kasap bıçaklarıyla oynayan ablası. Bu ablanın da kardeşine zarar verirken bakıcılarına yakalanması, bakıcının onu odaya kapatması ve orada astım krizi sebebiyle ölmesi üzerine böyle bir zincir başlattığı ortaya çıkıyor.

Sonlara doğru bu manyak çocuğun ortaya çıkışını görüyoruz, aynen bir Ring efektleriyle ciyuv ciyuv ordan oraya ışınlanıyor gibi ilerliyor, ilk öldürülen kişi olan bakıcının beyaz hayaleti gelip onu etkisiz hale getirip astral aleme ilerliyorlar, fakat filmin en son karelerinde ölen son adamın cep telefonunun tuşlandığını ve esas kızımızın telefonunun çaldığını duyuyor ve "Devam filmi mi, hayııırr!!" diye çığlık atıyoruz.
Takashi Miike'nin yönettiği Japon filmi "One Missed Call"un yeniden çevrimi olan filmimiz maalesef yine bir yeniden çevrim olan Ring'deki kadar bile olamamış.
Ha bir de "Ölümün Sesi" nedir yahu? "Cevapsız Çağrı" diyemediniz mi?!

IMDB Puanlaması : 3,3/10
La Santa Roja Puanlaması : 2,7/10

4 Aralık 2008 Perşembe

Gomorra



Orjinal Ad : Gomorra
Yapım : 2008, İtalya
Yönetmen : Matteo Garrone
Süre : 137 dk

Şu sıralar vizyonda olan filmler içinde en çok merak ettiklerimden biriydi Gomorra. İş yerinden erken kaçılmış bir gün gittik, gördük. Yalnız henüz vizyona gireli 2 hafta olmasına rağmen Avrupa Yakası Taksim-Levent civarında sadece 2 sinemada gösteriminin bulunması, insanların Muro'ya gösterdikleri ilginin 1/5'ini dahi adam gibi filmlere göstermediğinin de bir kanıtı.
Roberto Saviano'nun, Napoli merkezli suç örgütü Camorra'nun çok fena tepkisini çeken romanından uyarlanan film, bana gerçekçi yapısıyla bir belgeseli hatırlattı. Kesinlikle aşk, aksiyon, komedi, ironi gibi yapaylıkları bekleyerek gitmeyin bu filme, ana haber bülteni gerçekçiliğinde ve acımasızlığında bir film bekliyor sizi çünkü.

5 adam var filmde. Öyle ya da böyle, bir şekilde Camorra ile bağlantılı 5 hayat. Filmin İtalya'da bile altyazıyla gösterilmesine sebep bir Güney İtalya aksanı kullanan bu insanlar; güneyde Napoli'de bir kenar mahallede yaşıyorlar. Mahalle ikiye bölünmüş durumda; onlar ve diğerleri. Kimin kim olduğunu, hangisinin daha iyi ya da daha kötü olduğunu, kimin suçlu olduğunu, kimin gariban, kimin parababası olduğunu kestirmek mümkün değil. Zaten hareketli kamera kullanımı yüzünden hiçbir karakteri içselleştiremiyor, hiçbirini benimseyemiyorsunuz. Tarafsız izleyici olarak iki tarafın uyguladığı vahşetten de nasiplenmenize sebep oluyor bu da.
Bu vahşi ortamda "Bakarız" diye bir opsiyonunuz yok. Ya onlardansınız, ya da diğerlerinden. Düşünmek için zamanınız da yok. Sorulduğu anda cevap vermek zorundasınız ve bu cevap onların hoşuna gitmezse o odadan sağ çıkma ihtimaliniz yok. 14-15 yaşında küçük adamlar bellerindeki tabancalarla kendilerini "adam" hissetmeye çalışırken 9-10 yaşındakiler zehirli atıkları taşıyan kamyonlara şoför olup büyüyebiliyorlar.

Kahramanlarımızın ilki Toto. Annesine bakkallarında yardım edip siparişleri evleri götürüyor. Sevimli bir tip, herkesin sevgilisi. Kimse ondan bir kötülük geleceğini düşünmüyor. Örgüte girmek için bir testi geçip "erkek" olduktan kısa bir süre sonra ise kendi yol ayrımına geliyor. Sırf oğlu karşı tarafta diye çok sevdiği bir komşu kadının yok edilmesi işi. "Sadece sana güvenir Toto" diyorlar, o da "Bakarız" diye cevap veriyor. "Bakarız diye bir şey yok.". Ya bizdensin, ya onlardan... 13 yaşındaki Toto romantik suç filmlerindeki gibi kadını kurtarmak için hayatını tehlikeye mi atıyor sizce? Yoksa gerçek hayattaki gibi ayakta kalmak için her yol mübahtır mı diyor? Masumiyetin yitişi çok acı.

Filmde diğer önemli karakterlerden ikisi Marco ve Ciro, yeniyetme özenti iki genç. Kimseden emir almadan, başlarına buyruk yaşamak isteyen iki kabadayı. Oyun oynadıkları atari salonunu soymaktan Kolombiya'lılardan kokain çalmaya, Camorra'nın elemanlarını izleyip zuladaki silahlarını çalmaya kadar yemedikleri nane kalmıyor. Marco'nun Ciro'nun sesini kastederek "Tam Scarface gibi oldun" demesi de paçalardan akan özentiliğe bir işaret. Peki bölgede kontrol sahibi olan babaların işlerine bu kadar çomak sokmak cezasız kalacak mıdır? Nooo!

Don Ciro, hapiste olan mafya üyelerinin ailelerine para götürmekle görevli bir kurye. Yıllardır bu işi yapan adam, her seferinde paranın az olduğu şikayetiyle karşılaşıyor ama bu konuda elinden hiçbir şey gelmiyor. Hesaplaşmanın iyice ortasında kaldığını farkettikten sonra bu işi bırakmaya çalışıyor ve bunun için karşı tarafa bile sığınmaya çalışıyor. Peki birinin eskisi diğerinin yenisi olabilir mi?

Haute Couture terzisi Pasquale, yıllardır çalıştığı atölyede emeğinin karşılığını alıyordur. Ek mesailer, az ücret, kısa teslim süreleri artık çalışanları bezdirmişken patronla işçiler arasında kalmaktan yorgun düşmüştür Pasquale. Derken bir gün, rakip bir Çinli atölyesinden teklif alır. Oradaki işçilere ders vermesi istenmektedir. Başlarda tereddütlü olan Pasquale, para ve takdir duygusuyla bunu teklifi kabul eder. Fakat İtalyan çetesinin rakipleriyle işbirliği yapmak Pasquale'in hayatını hiç olmadığı kadar tehlikeli hale çevirir. Tasarladığı elbiseyi televizyonda Scarlett Johansson üzerinde gören terzimizin gözlerinde gurur ve acıyı bir arada görürüz. Bu kadar tutkuyla yaptığı mesleği bu koşullarda nasıl devam ettirebilir ki?

Filmdeki son karakterimiz Roberto. Üniversite mezunu olan ve babasının da uğraşısıyla bu mafya işlerine bulaşmayan Roberto, zehirli atık imha işinde çalışıyor. Patronu ile birlikte paraya ihtiyacı olan İtalyan ailelerinin topraklarına çukurlar açıp içini zehirli varillerle dolduruyorlar. Gömülen her varil için arsa sahibine de €100 ödüyorlar. Kendi yaşadıkları toprakları bu denli zehirlemekten hoşlanmayan Roberto, en sonunda aklı gitmiş bir ihtiyarın ona armağan ettiği şeftalileri patronu attırınca kendini kaybediyor. "Kokularını almıyor musun?" diyor Patron, "Zehirli!" Bu kadar zaman pisliğe gömülen bir adam birkaç dakikada temizlenebilir mi?
Mafya filmlerinin çoğu zaman içine düştüğü yüceleştirmeden kaçabilmiş bir film Gomorra. Godfather'ı izledikten sonraki hayranlık ya da Scarface'i izledikten sonraki coşku oluşmuyor içinizde. Düşündürüyor film sizi, üzüyor, çarpıyor. Aksiyon bekleyerek giderseniz filmin ilk yarısında terkedenlerden olabilirsiniz. Gerçekçi bir suç filmi bekleyerek izleyin, aksiyonu bonus olarak geliyor zaten.

IMDB Puanlaması : 7,4/10
La Santa Roja Puanlaması : 7,8/10

3 Aralık 2008 Çarşamba

Kırılma Noktası


Orjinal Ad : Point Break
Yapım : 1991, USA
Yönetmen : Kathryn Bigelow
Süre : 120 dk

TV filmlerimize devam ediyoruz, yalnız dikkat ederseniz TV filmlerimiz bile döneminin kültleşmiş filmlerinden. Kırılma Noktası'nı izlemeye başlarken daha önce izleyip izlemediğimden emin değildim açıkçası; ah bu sayısal zekam! Ortalarına doğru ise olabilecek en rezil şey gerçekleşti ve filmin sonunu hatırladım. Yine de izlediğime hiiiç pişman değilim, çünkü Kırılma Noktası basit bir aksiyon-takip-suç filmi değil. Bir kere kadın eli değmiş, tipi değişmiş.
Utah, FBI'a yeni katılmış parlak bir ajan olarak çıkıyor karşımıza. Lisede futbol oynayıp rekor filan kırmış, daha sonra dizini sakatladığı için (90 derece öne kıvrılmış ıyk) futbol hayatı bitiyor, asla profesyonelleşemiyor. O da madem bu yakışıklılıkla futbolcu olamıyorum, ajan olayım diyor. (Keanu Reeves rules)

Eski başkanların maskelerini takarak banka soyan bir grup soyguncu, ilk davası oluyor Utah'ın. Ortağı Angelo (ki kendisi Nick Nolte'ye acayip benzemektedir) bazı ipuçlarından "Ex-Presidents" isimli bu soyguncuların sörfçüler oldukları teorisini geliştirir. Bunun üzerine Utah, "sörf öğrenmek isteyen genç" kılığıyla çetenin arasına sızmaya çalışır. Aradığı çetenin onlar olduğunu anlamadan önce Bodhi (ki kendisini garip vücutlu Patrick Swayze canlandırmakta) ve arkadaşlarıyla kanka olur, Bodhi'nin eski sevgilisi Tyler'a da abayı yakar.

Lakin acı gerçek ortaya çıkıp yeni arkadaşlarının aradığı adamlar olduğunu öğrendiğinde onları yakalamaya çalışmaktan da geri kalmaz. Böyle görev bilinçli bir insan olan Utah, yine de Bodhi'yi vurabilecekken vurmaz ve bize aralarında duygusal bir bağ olduğunu cümle aleme gösterir. Bodhi bunun üzerine Terry'i kaçırtır ve yapacakları son vurgunda Utah'ın işlerine karışmasını önler; dahası Utah'ı da Terry'i öldürme tehditiyle bizzat soyguna katar.

Her seferinde 90 saniyede içeri girip bankolardaki parayı alıp dışarı çıkan çetenin, bu son vurgunda Bodhi'nin gaza gelip kasaya yönelmesi üzerine işler karışır. Polisler, soyguncular ölür, Bodhi kaçar ama kendini suçlar, Utah onun peşini bırakmaz ama Tyler'a birşey olur korkusuyla ona dokunamaz. Sonunda Bodhi paralarına, Utah da Tyler'ına kavuşur. Aralarındaki hesap bu kadar kolay kapanabilecek midir?

Filmi izledikten sonra sörf ya da paraşütle atlama yapmaya heveslenmeyecek insan tanımıyorum. Görüntüler o kadar davetkar. Adrenalin bağımlısı ve düzen karşıtı gençlerin yaşadıkları size çok çekici geliyor elbet, ama Utah da moron polis görünümünden çok uzak olduğu için iki arada bir derede kalıp hangi tarafı tutacağınızı şaşırıyorsunuz. Sıradan bir macera filminden öte, felsefesi ve anlatmaya çalıştığı bir derdi olan bir film. Akılda en çok kalan sahneleri ise elbet sörf sahneleri ve Utah'ın uçaktan paraşütsüz atlayıp havada Bodhi'yi yakalaması.
Filmin orasında burasında 1-2 dk gözümüze çarpan Anthony Kiedis, Tom Sizemore ve Scrubbs'ın süper doktoru John C. McGinley de bonus.

IMDB Puanlaması : 6,7/10
La Santa Roja Puanlaması : 6,9/10

2 Aralık 2008 Salı

Çizgi Ötesi

Orjinal Ad : Flatliners
Yapım : 1990, USA
Yönetmen : Joel Schumacher
Süre : 115 dk

Bir bebeyken izlediğim ve yıllardır beni çok etkilediğinden ve kabaca konusundan başka da birşey hatırlamadığım bu filmi, sevgili Digitürk sayesinde tekrar izledim hiç hesapta yokken. Oyuncu kadrosunun oldukça toshaklı olduğunu hatırlıyordum; gençliklerinin baharında Kevin Bacon, Kiefer Sutherland, William Baldwin, Julia Roberts ve Oliver Platt. Sırf o tıfıl halleri için bile izlenebilecek bir filmken daha fazlasını sunup bir kült haline gelmiş bir film.

Nelson isimli bir genç tıp öğrencisi, ölümden sonrasını deneyimlemek için ölüp geri gelmeye karar verir. Bunun için de tıp fakültesindeki 4 arkadaşından yardım ister. Başlarda buna yanaşmayan topluluk, ilk deney için bir araya geldiklerinde ve Nelson'ın yaşadığını anlattığı şeyleri dinlediklerinde, ölüp dirilmek için sıraya girerler.

Her birinin kendilerine göre sebepleri vardır; kimi Tanrı'ya inanmadığı için ölümden sonra ne olduğunu görüp kararının doğruluğunu ispatlamak derdindedir, kimi sevdiği kişilerin öldükten sonra nasıl bir yere gittiğini merak eder, kimi ise sırf meraktan girişir bu işe.

Bir sonraki olmak için birbirleriyle yarışan ve ölü kalınacak süreler üzerinden adeta düello yapan gençlerden 4'ü bu deneyi kendi üzerlerinde uyguladıktan sonra pek de hoş olmayan bir durumu farkederler; geçmişteki hataları dirilirken onlarla birlikte dünyaya dönmüştür ve peşlerindedir. Rachel ölümüne sebep olduğunu düşündüğü babasının hayaletini her yerde görmeye başlarken, Nelson çocukken eziyet ettiği bir çocuğun hayaleti tarafından kovalanır ve fiziksel şiddete uğrar. Bu hayaletlerden kurtulmanın yolu hatalarını telafi etmektir, peki nasıl?

1990 yapımı bir film olduğu için inanılmaz görsel efektler, son moda teknoloji filan bekleyerek yaklaşmamak gerek bu filme. Fakat yine de görüntüler ve efektler, zaman ötesi bir beceriyle bugün bile gayet etkileyici olabiliyor. Mantıklı olarak düşünüldüğünde bol bol hatalarını bulabileceğiniz bir film olsa da bunca zaman sonra beni gerim gerim gerip sigara üstüne sigara yaktırdığı için hala çok başarılı kaldığını söyleyebilirim. En akılda kalıcı replikler; "It is a good day to die" ve "It is not a good day to die"
Flatliners izlememiş bir bünye, asla sinefil olamaz.

IMDB Puanlaması : 6,4/10
La Santa Roja Puanlaması : 7,1/10