29 Aralık 2008 Pazartesi

Ölümün Sesi


Orjinal Ad : One Missed Call
Yapım : 2008, USA / Japonya / Almanya
Yönetmen : Eric Valette
Süre : 87 dk

Geçtiğimiz perşembe Melo'cuğumun Digitürk'teki kayıtlı doğumgünü olduğu için "3 gün boyunca Digitürk'teki herşey bedavaymış" uyarısıyla açtık salonlardan birini ve karşımıza çıkan ilk film olan "One Missed Call"ı izlemeye başladık. Korku filmi hastası bir insan olarak bir nevi işkence seansı şeklinde süren ve biten filmden daha acı olan şey ise bu bedavalığa salonların dahil olmaması ve 9 YTL'yi bu saçmalığa vermiş olmamız.

Neyse efendim konumuz şöyle ki, ortada cevapsız aramalar ve ölümler mevcut. Ölmüş birisinin telefonundan size çağrı geliyor, telefonunuz garip bir tonda çalıyor (tipik ilkel elektronik oyuncak melodisi), karşıdaki ses birkaç gün/saat sonraki bir tarihten bir mesajınız olduğunu söylüyor, ardından telefonda kendi sesinizi ve son sözlerinizi duyuyorsunuz. Sonra belirtilen tarihe kadar sağda solda kırkayaklar, hayaletler, corpse mahlukatlar filan görüyorsunuz, tam mesajda belirtilen saatte, tam mesajdaki sözleri söylüyorsunuz ve ölüyorsunuz. Siz ölünce bir "varlık" cep telefonunuzdan başka birini arıyor ve döngü böyle devam ediyor.
Kimsenin aklına sim kartı ya da telefon pilini çıkarmak gelmedi mi demeyin, deniyorlar gene de olmuyor. Hatlarını iptal ettirmek istediklerinde "Hat sizin kullanmayın olsun bitsin ammaann" tadında takılan yandan yemiş hippiyi de o durumdaki bir insan üzerine oturup boğar. Bunlar bence hep hazır kart kullanmalarından kaynaklanıyor, faturalı olsa sabit ücret ödemek istemiyorum huleyn deyip kurtulabilirlerdi :p

Başrol kızımızın kardeşine geliyor bu cevapsız çağrıdan, kızkardeş de bir televizyon kanalındaki şeytan çıkarma ayinine katılıyor ve oradaki olaylardan anlıyoruz ki bu hakketten şeytani birşey. Ardından esas kızımızın telefonu çalıyor ve söylenen ölüm saatine ben deyim 6 siz deyin 8 saat kalmışken olayı çözmeye çalışıyorlar. Kardeş ölürken akılları nerdeydi bilmiyoruz. Olayın ilk kiminle başladığını araştırıp müstakbel kötü ruhu tespit ediyorlar; kızına zarar verdiği için evladından ayrılmış bir "deli" anne. Annesinden ayrılan kızın bir hastanede kaldığını, o hastanenin yandığını, annenin de kızını sürekli ziyaret ettiği için orada çıkan yangında öldüğünü öğreniyorlar ve hemen suçlu diye yaftalıyorlar kötü annenin ruhunu. Halbuki sonradan ortaya çıktığı üzere küçük kıza zarar veren kişi annesi değil 7-8 yaşında sabi olmasına rağmen satanik satanik giyinip kasap bıçaklarıyla oynayan ablası. Bu ablanın da kardeşine zarar verirken bakıcılarına yakalanması, bakıcının onu odaya kapatması ve orada astım krizi sebebiyle ölmesi üzerine böyle bir zincir başlattığı ortaya çıkıyor.

Sonlara doğru bu manyak çocuğun ortaya çıkışını görüyoruz, aynen bir Ring efektleriyle ciyuv ciyuv ordan oraya ışınlanıyor gibi ilerliyor, ilk öldürülen kişi olan bakıcının beyaz hayaleti gelip onu etkisiz hale getirip astral aleme ilerliyorlar, fakat filmin en son karelerinde ölen son adamın cep telefonunun tuşlandığını ve esas kızımızın telefonunun çaldığını duyuyor ve "Devam filmi mi, hayııırr!!" diye çığlık atıyoruz.
Takashi Miike'nin yönettiği Japon filmi "One Missed Call"un yeniden çevrimi olan filmimiz maalesef yine bir yeniden çevrim olan Ring'deki kadar bile olamamış.
Ha bir de "Ölümün Sesi" nedir yahu? "Cevapsız Çağrı" diyemediniz mi?!

IMDB Puanlaması : 3,3/10
La Santa Roja Puanlaması : 2,7/10

4 Aralık 2008 Perşembe

Gomorra



Orjinal Ad : Gomorra
Yapım : 2008, İtalya
Yönetmen : Matteo Garrone
Süre : 137 dk

Şu sıralar vizyonda olan filmler içinde en çok merak ettiklerimden biriydi Gomorra. İş yerinden erken kaçılmış bir gün gittik, gördük. Yalnız henüz vizyona gireli 2 hafta olmasına rağmen Avrupa Yakası Taksim-Levent civarında sadece 2 sinemada gösteriminin bulunması, insanların Muro'ya gösterdikleri ilginin 1/5'ini dahi adam gibi filmlere göstermediğinin de bir kanıtı.
Roberto Saviano'nun, Napoli merkezli suç örgütü Camorra'nun çok fena tepkisini çeken romanından uyarlanan film, bana gerçekçi yapısıyla bir belgeseli hatırlattı. Kesinlikle aşk, aksiyon, komedi, ironi gibi yapaylıkları bekleyerek gitmeyin bu filme, ana haber bülteni gerçekçiliğinde ve acımasızlığında bir film bekliyor sizi çünkü.

5 adam var filmde. Öyle ya da böyle, bir şekilde Camorra ile bağlantılı 5 hayat. Filmin İtalya'da bile altyazıyla gösterilmesine sebep bir Güney İtalya aksanı kullanan bu insanlar; güneyde Napoli'de bir kenar mahallede yaşıyorlar. Mahalle ikiye bölünmüş durumda; onlar ve diğerleri. Kimin kim olduğunu, hangisinin daha iyi ya da daha kötü olduğunu, kimin suçlu olduğunu, kimin gariban, kimin parababası olduğunu kestirmek mümkün değil. Zaten hareketli kamera kullanımı yüzünden hiçbir karakteri içselleştiremiyor, hiçbirini benimseyemiyorsunuz. Tarafsız izleyici olarak iki tarafın uyguladığı vahşetten de nasiplenmenize sebep oluyor bu da.
Bu vahşi ortamda "Bakarız" diye bir opsiyonunuz yok. Ya onlardansınız, ya da diğerlerinden. Düşünmek için zamanınız da yok. Sorulduğu anda cevap vermek zorundasınız ve bu cevap onların hoşuna gitmezse o odadan sağ çıkma ihtimaliniz yok. 14-15 yaşında küçük adamlar bellerindeki tabancalarla kendilerini "adam" hissetmeye çalışırken 9-10 yaşındakiler zehirli atıkları taşıyan kamyonlara şoför olup büyüyebiliyorlar.

Kahramanlarımızın ilki Toto. Annesine bakkallarında yardım edip siparişleri evleri götürüyor. Sevimli bir tip, herkesin sevgilisi. Kimse ondan bir kötülük geleceğini düşünmüyor. Örgüte girmek için bir testi geçip "erkek" olduktan kısa bir süre sonra ise kendi yol ayrımına geliyor. Sırf oğlu karşı tarafta diye çok sevdiği bir komşu kadının yok edilmesi işi. "Sadece sana güvenir Toto" diyorlar, o da "Bakarız" diye cevap veriyor. "Bakarız diye bir şey yok.". Ya bizdensin, ya onlardan... 13 yaşındaki Toto romantik suç filmlerindeki gibi kadını kurtarmak için hayatını tehlikeye mi atıyor sizce? Yoksa gerçek hayattaki gibi ayakta kalmak için her yol mübahtır mı diyor? Masumiyetin yitişi çok acı.

Filmde diğer önemli karakterlerden ikisi Marco ve Ciro, yeniyetme özenti iki genç. Kimseden emir almadan, başlarına buyruk yaşamak isteyen iki kabadayı. Oyun oynadıkları atari salonunu soymaktan Kolombiya'lılardan kokain çalmaya, Camorra'nın elemanlarını izleyip zuladaki silahlarını çalmaya kadar yemedikleri nane kalmıyor. Marco'nun Ciro'nun sesini kastederek "Tam Scarface gibi oldun" demesi de paçalardan akan özentiliğe bir işaret. Peki bölgede kontrol sahibi olan babaların işlerine bu kadar çomak sokmak cezasız kalacak mıdır? Nooo!

Don Ciro, hapiste olan mafya üyelerinin ailelerine para götürmekle görevli bir kurye. Yıllardır bu işi yapan adam, her seferinde paranın az olduğu şikayetiyle karşılaşıyor ama bu konuda elinden hiçbir şey gelmiyor. Hesaplaşmanın iyice ortasında kaldığını farkettikten sonra bu işi bırakmaya çalışıyor ve bunun için karşı tarafa bile sığınmaya çalışıyor. Peki birinin eskisi diğerinin yenisi olabilir mi?

Haute Couture terzisi Pasquale, yıllardır çalıştığı atölyede emeğinin karşılığını alıyordur. Ek mesailer, az ücret, kısa teslim süreleri artık çalışanları bezdirmişken patronla işçiler arasında kalmaktan yorgun düşmüştür Pasquale. Derken bir gün, rakip bir Çinli atölyesinden teklif alır. Oradaki işçilere ders vermesi istenmektedir. Başlarda tereddütlü olan Pasquale, para ve takdir duygusuyla bunu teklifi kabul eder. Fakat İtalyan çetesinin rakipleriyle işbirliği yapmak Pasquale'in hayatını hiç olmadığı kadar tehlikeli hale çevirir. Tasarladığı elbiseyi televizyonda Scarlett Johansson üzerinde gören terzimizin gözlerinde gurur ve acıyı bir arada görürüz. Bu kadar tutkuyla yaptığı mesleği bu koşullarda nasıl devam ettirebilir ki?

Filmdeki son karakterimiz Roberto. Üniversite mezunu olan ve babasının da uğraşısıyla bu mafya işlerine bulaşmayan Roberto, zehirli atık imha işinde çalışıyor. Patronu ile birlikte paraya ihtiyacı olan İtalyan ailelerinin topraklarına çukurlar açıp içini zehirli varillerle dolduruyorlar. Gömülen her varil için arsa sahibine de €100 ödüyorlar. Kendi yaşadıkları toprakları bu denli zehirlemekten hoşlanmayan Roberto, en sonunda aklı gitmiş bir ihtiyarın ona armağan ettiği şeftalileri patronu attırınca kendini kaybediyor. "Kokularını almıyor musun?" diyor Patron, "Zehirli!" Bu kadar zaman pisliğe gömülen bir adam birkaç dakikada temizlenebilir mi?
Mafya filmlerinin çoğu zaman içine düştüğü yüceleştirmeden kaçabilmiş bir film Gomorra. Godfather'ı izledikten sonraki hayranlık ya da Scarface'i izledikten sonraki coşku oluşmuyor içinizde. Düşündürüyor film sizi, üzüyor, çarpıyor. Aksiyon bekleyerek giderseniz filmin ilk yarısında terkedenlerden olabilirsiniz. Gerçekçi bir suç filmi bekleyerek izleyin, aksiyonu bonus olarak geliyor zaten.

IMDB Puanlaması : 7,4/10
La Santa Roja Puanlaması : 7,8/10

3 Aralık 2008 Çarşamba

Kırılma Noktası


Orjinal Ad : Point Break
Yapım : 1991, USA
Yönetmen : Kathryn Bigelow
Süre : 120 dk

TV filmlerimize devam ediyoruz, yalnız dikkat ederseniz TV filmlerimiz bile döneminin kültleşmiş filmlerinden. Kırılma Noktası'nı izlemeye başlarken daha önce izleyip izlemediğimden emin değildim açıkçası; ah bu sayısal zekam! Ortalarına doğru ise olabilecek en rezil şey gerçekleşti ve filmin sonunu hatırladım. Yine de izlediğime hiiiç pişman değilim, çünkü Kırılma Noktası basit bir aksiyon-takip-suç filmi değil. Bir kere kadın eli değmiş, tipi değişmiş.
Utah, FBI'a yeni katılmış parlak bir ajan olarak çıkıyor karşımıza. Lisede futbol oynayıp rekor filan kırmış, daha sonra dizini sakatladığı için (90 derece öne kıvrılmış ıyk) futbol hayatı bitiyor, asla profesyonelleşemiyor. O da madem bu yakışıklılıkla futbolcu olamıyorum, ajan olayım diyor. (Keanu Reeves rules)

Eski başkanların maskelerini takarak banka soyan bir grup soyguncu, ilk davası oluyor Utah'ın. Ortağı Angelo (ki kendisi Nick Nolte'ye acayip benzemektedir) bazı ipuçlarından "Ex-Presidents" isimli bu soyguncuların sörfçüler oldukları teorisini geliştirir. Bunun üzerine Utah, "sörf öğrenmek isteyen genç" kılığıyla çetenin arasına sızmaya çalışır. Aradığı çetenin onlar olduğunu anlamadan önce Bodhi (ki kendisini garip vücutlu Patrick Swayze canlandırmakta) ve arkadaşlarıyla kanka olur, Bodhi'nin eski sevgilisi Tyler'a da abayı yakar.

Lakin acı gerçek ortaya çıkıp yeni arkadaşlarının aradığı adamlar olduğunu öğrendiğinde onları yakalamaya çalışmaktan da geri kalmaz. Böyle görev bilinçli bir insan olan Utah, yine de Bodhi'yi vurabilecekken vurmaz ve bize aralarında duygusal bir bağ olduğunu cümle aleme gösterir. Bodhi bunun üzerine Terry'i kaçırtır ve yapacakları son vurgunda Utah'ın işlerine karışmasını önler; dahası Utah'ı da Terry'i öldürme tehditiyle bizzat soyguna katar.

Her seferinde 90 saniyede içeri girip bankolardaki parayı alıp dışarı çıkan çetenin, bu son vurgunda Bodhi'nin gaza gelip kasaya yönelmesi üzerine işler karışır. Polisler, soyguncular ölür, Bodhi kaçar ama kendini suçlar, Utah onun peşini bırakmaz ama Tyler'a birşey olur korkusuyla ona dokunamaz. Sonunda Bodhi paralarına, Utah da Tyler'ına kavuşur. Aralarındaki hesap bu kadar kolay kapanabilecek midir?

Filmi izledikten sonra sörf ya da paraşütle atlama yapmaya heveslenmeyecek insan tanımıyorum. Görüntüler o kadar davetkar. Adrenalin bağımlısı ve düzen karşıtı gençlerin yaşadıkları size çok çekici geliyor elbet, ama Utah da moron polis görünümünden çok uzak olduğu için iki arada bir derede kalıp hangi tarafı tutacağınızı şaşırıyorsunuz. Sıradan bir macera filminden öte, felsefesi ve anlatmaya çalıştığı bir derdi olan bir film. Akılda en çok kalan sahneleri ise elbet sörf sahneleri ve Utah'ın uçaktan paraşütsüz atlayıp havada Bodhi'yi yakalaması.
Filmin orasında burasında 1-2 dk gözümüze çarpan Anthony Kiedis, Tom Sizemore ve Scrubbs'ın süper doktoru John C. McGinley de bonus.

IMDB Puanlaması : 6,7/10
La Santa Roja Puanlaması : 6,9/10

2 Aralık 2008 Salı

Çizgi Ötesi

Orjinal Ad : Flatliners
Yapım : 1990, USA
Yönetmen : Joel Schumacher
Süre : 115 dk

Bir bebeyken izlediğim ve yıllardır beni çok etkilediğinden ve kabaca konusundan başka da birşey hatırlamadığım bu filmi, sevgili Digitürk sayesinde tekrar izledim hiç hesapta yokken. Oyuncu kadrosunun oldukça toshaklı olduğunu hatırlıyordum; gençliklerinin baharında Kevin Bacon, Kiefer Sutherland, William Baldwin, Julia Roberts ve Oliver Platt. Sırf o tıfıl halleri için bile izlenebilecek bir filmken daha fazlasını sunup bir kült haline gelmiş bir film.

Nelson isimli bir genç tıp öğrencisi, ölümden sonrasını deneyimlemek için ölüp geri gelmeye karar verir. Bunun için de tıp fakültesindeki 4 arkadaşından yardım ister. Başlarda buna yanaşmayan topluluk, ilk deney için bir araya geldiklerinde ve Nelson'ın yaşadığını anlattığı şeyleri dinlediklerinde, ölüp dirilmek için sıraya girerler.

Her birinin kendilerine göre sebepleri vardır; kimi Tanrı'ya inanmadığı için ölümden sonra ne olduğunu görüp kararının doğruluğunu ispatlamak derdindedir, kimi sevdiği kişilerin öldükten sonra nasıl bir yere gittiğini merak eder, kimi ise sırf meraktan girişir bu işe.

Bir sonraki olmak için birbirleriyle yarışan ve ölü kalınacak süreler üzerinden adeta düello yapan gençlerden 4'ü bu deneyi kendi üzerlerinde uyguladıktan sonra pek de hoş olmayan bir durumu farkederler; geçmişteki hataları dirilirken onlarla birlikte dünyaya dönmüştür ve peşlerindedir. Rachel ölümüne sebep olduğunu düşündüğü babasının hayaletini her yerde görmeye başlarken, Nelson çocukken eziyet ettiği bir çocuğun hayaleti tarafından kovalanır ve fiziksel şiddete uğrar. Bu hayaletlerden kurtulmanın yolu hatalarını telafi etmektir, peki nasıl?

1990 yapımı bir film olduğu için inanılmaz görsel efektler, son moda teknoloji filan bekleyerek yaklaşmamak gerek bu filme. Fakat yine de görüntüler ve efektler, zaman ötesi bir beceriyle bugün bile gayet etkileyici olabiliyor. Mantıklı olarak düşünüldüğünde bol bol hatalarını bulabileceğiniz bir film olsa da bunca zaman sonra beni gerim gerim gerip sigara üstüne sigara yaktırdığı için hala çok başarılı kaldığını söyleyebilirim. En akılda kalıcı replikler; "It is a good day to die" ve "It is not a good day to die"
Flatliners izlememiş bir bünye, asla sinefil olamaz.

IMDB Puanlaması : 6,4/10
La Santa Roja Puanlaması : 7,1/10

28 Kasım 2008 Cuma

Tesadüfler

Orjinal Ad : I Heart Huckabees
Yapım : 2004, USA / Almanya
Yönetmen : David O. Russell
Süre : 107 dk

Televizyonda izleyecek birşey bulamadığımız sıkıntılı bir haftaiçi günü, DVD kapağından bir romantik komedi havası sezilen filmimizi takıp izlemeye başladık. İzleyiciler hakkında bir önbilgi vereyim. İki adet İşletme eğitimi almış, zevzek, felsefeden hazzetmeyen, uykulu ve yorgun hatun. Bir kanepe. Yarın ekmek içine yapılmış sosisli ve Rus salatalı sandviçin yanında kola.
Düşündüğümüz gibi "romantik" bir komedi çıkmadı karşımıza, daha çok (çok afedersiniz) beyin miken dialogların saldırısı diyebiliriz. Varoluşçu bir komediymiş kendisi. O ne demekse?


Filmimiz Albert Markovski'nin zenci sırık gibi bir çocukla 3 kere karşılaşması üzerine "Benim tesadüfümün olayı nedir?" düşüncesiyle Varoluşçu dedektifler Bernard ve Vivian'a başvurmasıyla başlıyor. Evde, işte, banyoda, kısaca hayatının her anında izlenmeye başlayan Albert'in canını bir süre sonra bu takip canını sıkmaya başlıyor.

Bu sırada kurucusu olduğu ve geliştirdiği "Açık Alanlar Koalisyonu"ndan atılıp başkanlığı Jude Law'ın canlandırdığı Brad'e kaptırıyor. Brad'in amacı koalisyonu, Huckabees isimli şirkete girebilmek için kendi yararına kullanmak. Albert'in işlerini bozmak için Varoluşçu dedektiflerle de çalışmaya başlayan Brad, kız arkadaşı Dawn'ın kendini bu akıma fazlaca kaptırmasıyla "Allahım ne yaptım been??!!" moduna girmeye başlar.


Ahanda bu sırada hayatın anlamı, iyi-kötü-çirkin kavramı, acı, gerçeklik kavramlarıyla kafayı bozmuş olan Albert, bir başka üşütük arayışçı olan Tommy ile tanışır. İkili, Varoluşçu dedektiflerin rakibi olan Fransız Caterine'in öğretilerini takip etmeye başlarlar. Bu arayışlarında Caterine onlara bekledikleri rehberliği yapabilecek midir?
Valla benim aklımda kalan birkaç sahne var ki birbirinden korkunç. Birincisi memeleri olan ve Albert'i emziren bir Brad. İkincisi çamurların içinde yuvarlanan bir Caterine. Üçüncüsü de Amish kıyafetleri içindeki Dawn.
Bana pek hitab eden bir film olduğunu söylemeyeceğim. Sevgilisi Felsefe bölümünde okuyan bir hatun için fazla yüzeysel de olabilirim, bilemiyorum.

IMDB Puanlaması : 6,9/10
La Santa Roja Puanlaması : 5/10

16 Kasım 2008 Pazar

Seks ve Ölüm

Orjinal Ad : Sex and Death 101
Yapım : 2008, USA
Yönetmen : Daniel Waters
Süre : 100 dk

Garanti Komedi Filmleri Festivali kapsamında ilk durağımız Seks ve Ölüm. Biletlerin 6 YTL olduğunu ve Bonus kartınızı gösterdiğinizde %50 indirimli satın aldığınızı hatırlatırsam filmlerden beklentimin ne ölçüde olduğunu anlayabilirsiniz sanırım. Ama beni şaşırtan bir film oldu Seks ve Ölüm.
Roderick Blank bir gün içinde 101 adet kadın isminin olduğu bir liste alır e-mail ile. İlk bakışta ne olduğunu anlayamasa da farkeder ki listenin ilk 29 kadını o zamana kadar birlikte olduğu kadınların isimlerinden oluşmaktadır. Herşeyin cevabını bilen Machine bilinmeyen bir sebepten bazı kimselere bu tarz garip e-mailler göndermiştir. Evlilik arefesindeki Roderick, bir kaza(!) sonucu birlikte olduğu kadının adını listede 30. olarak gördüğünde listedeki diğer kadınların bundan sonra yatacağı isimler olduğunu anlar. Adamımız listedeki bir sonraki ismin bir orta sayfa güzeline ait olduğunu farkedince bu işten keyif almaya başlar.

Lakin listede yazdığı için mi bu kadınlarla seviştiği, seviştiği için mi listede olduğu sorunuyla karşı karşıya kalınca kaderine karşı çıkmayı dener. Bunun için ölü bir kadınla yatmayı bile düşünecektir yani, o derece. Karşılaştığı kadınların adı listede yoksa onları başından savmaya başlar, listede ismi olan kişileri ise bulduğunda sorgusuz sualsiz yatağa atmaya. Kontrolü tamamen bu listeye bırakıp yaşamaya devam etmektedir, buna yaşamak denirse...

Bu sırada erkekleri baştan çıkarıp bir tozla uyutan bir kadın seri katil türer, fakat adamların bu uykudan uyanıp uyanmayacağı meçhuldür. Seri katilimizin asıl kimliğinin ortaya çıkmasından sonra Roderick listesindeki son kadının o olduğunu görür. Bu işten nasıl sıyrılacaktır acep?

Oldukça keyifli bir seyirdi diyebilirim. Filmin artıları ise Winona Ryder ve Simon Baker. Ayrıca Scrubs'ın manyak hademesi Neil Flynn'i normal bir insan rolünde izlemek de ilginçti :)

IMDB Puanlaması : 6,3/10
La Santa Roja Puanlaması : 7,1/10

3 Kasım 2008 Pazartesi

21

Orjinal Ad : 21
Yapım : 2008, USA
Yönetmen : Robert Luketic
Süre : 123 dk

21, diğer adıyla Blackjack, şansımın asla yaver gitmediği oyunlardan biri. Bunda, 21'i anca facebook uygulamalarında oynamış biri olmamın da etkisi büyüktür elbet. Pokere bayılırım, iyi de oynarım hani, efendim bataktır, kingdir elimden geldiğince oynarım, ama bu 21'de şansım bir türlü yanaşmadı bana. Sebebi olayın şansta bitmemesiymiş.
Cnbc-e dizilerinden, eski kumarhane filmlerinden filan "kart sayma" diye birşeyi hepimiz duymuşuzdur. İllegal olmamakla birlikte, kameralara kart sayarken yakalanırsanız dişleriniz elinize verilip Vegas'a bir daha dönememek üzere kapı dışarı edilirdiniz bu filmlerde, dizilerde. Filmimiz 21'deki hikaye de bu temel üzerine kurulmuş.

Başrollerden birinde 21 yaşında bir nerd olan Ben var. Ben, klasik bir loser'da olması gereken tüm özellikleri taşımasına rağmen (Derslerde üstün başarı, MIT'de 4,00 not ortalaması, diğer nerd arkadaşlarıyla bir seneden uzun süredir üzerinde çalıştıkları robot projesi, sınıflarda hocalarının dikkatini çeken parlak zekası, hımbıl yürüyüşü, hoşlandığı hatunla konuşamaması vb.) tipik bir nerde yakışmayacak şekilde yakışıklı. Ben beğendim Allah için. Zaten hem nerd hem de tipsiz olsaydı karakterin filmin ilerleyen sahnelerinde yaşayacağı değişime uymazdı.
Neyse efendim, bu Ben kardeşimiz nerd nerd yaşarken olasılıkla ilgili bir derste profesörü Micky Rosa'nın (ki kendisini Kevin Spacey canlandırmakta) dikkatini celbeder. Bu ilginç profesör, zehir öğrencilerinden oluşturduğu 5 kişilik bir gruba kart saymayı öğretip Vegas'ta paraya para dememe planlarındadır. Gruptan 1 kişinin ayrılmasıyla, ki bu kişi de Google'da iş bulup ayrılmıştır ve aradaki dialoglardan Google'da çalışmanın Vegas'ta voleyi vurmaktan bile karlı olduğunu duyarız - Ahh ahh!-, profesör bu boşluğu Ben'in doldurmasını ister.


İlk başta bu teklife direnen Ben, saatine $8 aldığı giysi mağazasındaki işine ve MIT'deki eğitim hayatına devam etmeye niyetlidir. Fekat Harvard Tıp'a girmek en büyük hayalidir ve bunun çin de $300,000'a ihtiyacı vardır. (Çüüşş ebeninki) Bunun için Robinson bursuna başvursa da değerlendirmeyi yapan adam Ben'e, CV'sinin çok etkileyici olduğunu fakat aynı etkileyicilikte CV'lere sahip olan 76 aday daha bulunduğunu ve Ben'in kendisini heyecanlandıracak birşeyler yapmış olması gerektiğini, bursu ancak bu şekilde alacağını söyler. Hayatı kitaplar ve bilgisayarlar arasında geçen Ben'in elbette ki heyecan verici bir hikayesi yoktur, bu yüzden son şans olarak profesörün takımına katılır.

Her fırsatta Harvard için gereken $300,000 toplayınca bu işi bırakacağını söylemektedir. Profesörün takımındaki diğer 5 öğrenciyle birlikte oldukça profesyonel bir takım oluştururlar; kimisi masalarda oyunun gidişatını kontrol edip uygun el oluştuğunda birtakım şifrelerle büyük oyuncuyu masaya çağırırken kimisi ne zaman uzaklaşılması gerektiğini takip eder. Bilin bakalım büyük oyuncu kimdir? :)


Profesörün filmin başlarında Ben'e söylediği bir cümle, aslında olayın ana fikrini de özetliyor. "Biz burada hesap yapıyoruz, kumar oynamıyoruz. Asla duygularına yenilme, asla kumar oynama." Peki bu sözü söylerken kazanmanın çekiciliğinin ve paranın insana kazandırdığı aşırı kendine güvenin ne problemler yaratacağının farkında mıydı? Şüphesiz...

Ben kendimi bildiğim için kollu makinelerin dahi yanına yaklaşmam. Kumar benim sonumu getirebilecek az sayıdaki şeyden biridir, biliyorum. Kazandıkça hırslanan, kaybettikçe daha da hırslanan, haydan gelen huya gider mantığıyla asla artıya geçemeyen biriyim. Anca bulaşık yıkamasına ya da salata yapmasına oynayabilirim. Kişinin kendini bilmesi iyidir. Keşke bu arkadaşlar da bilselermiş kendilerini :p
Temposu düşmeyen, eğlenceli ve süprizli bir film. Ters köşeye yatırmalardan pek haz etmesem de bu o kadar da ters bir köşe değil. Kart sayma işinin mantığını hala anlayamamış olmam da benim bu işlerden uzak durmamı söyleyen bir işaret olsa gerek. Yoksa ne eksiğim var benim Ben'den!

IMDB Puanlaması : 6,8/10
La Santa Roja Puanlaması : 7/10

Oda 6

Orjinal Ad : Room 6
Yapım : 2006, USA
Yönetmen : Michael Hurst
Süre : 94 dk

Ev arkadaşım Melo'nun korku filmi izleme talebi doğrultusunda D&R'dan 2,99 YTL'ye alınan filmimizi izlemeye başladık. Filmin 25-30. dakikalarında Melo uyuyarak kurtuldu, bense başladığım filmi bitirme azmim yüzünden yaklaşık 1 saat daha bu işkenceye maruz kaldım.


Bir kere oyunculuk diye bir olgu yok filmde. Ne kurbana, ne kötü adamlara inanabiliyorsunuz. Senaryo akıllara ziyan, mantık hatası bile diyemiyorum zira mantık yok. Karnına sırık giren hayalet kahkalarla gülerken aynı hayalet kalorifer borusundan çıkan buharla yanıyor bitiyor çığlık çığlığa eriyor vs. Arkasından hayaletler kovalayan başrol kızımız "Ayh, saçlarım bozulmasın." diyerek bir sağa bir sola savura savura sekiyor. Bir dakika önce damardan aldığı ilaç yüzünden parmağını oynatamayan adam bir dakika sonra hopidik hopidik sekiyor. "Herşey geçecek" diye teselli veren amcanın bir sonraki sözü "Göğüslerini okşamak, içinde olmak istiyorum" oluyor da Nooluyoo oluum diye kalıyorsunuz. Falan filan...

Azıcık da hikayeden bahsedeyim de bitsin bu rezillik. Başroldeki Amy ve sevgilisi Lucas, bir trafik kazası geçiriyorlar. Derhal olay yerine gelen ambulans, bacağı kırılan Lucas'ı alıp gidiyor, Amy'ye ise ambulansa binmenin yasak olduğunu ve peşlerinden başka bir araçla gelmesini söylüyorlar. Amy en yakın hastaneye gidip sevgilisini arıyor ama ortada Lucas filan yok. Daha sonra ise kazaya karışan ve kızkardeşi de başka bir ambulansla alınıp götürülen Nick'le beraber çevredeki bütün hastaneleri arasalar da ne Lucas'ı, ne de Nick'in kız kardeşini bulamıyorlar.
Amy'nin okulundaki sarı saçlı, melek yüzlü fekat içine şeytan kaçmış Melissa örtmenini çağırıyor ve Lucas'ı bulması için Saint Rosemary's Hospital'a gitmesi gerektiğini söylüyor. Nick'le birlikte bu izin peşine düşen Amy, söz konusu hastanenin 70 küsür yıl önce yandığını öğreniyor. Hikayelere göre burada öyyle kötü şeyler olmuşmuş ki doktor, hemşire ve hasta bakıcılar yangını bizzat çıkarmışlar ve bu kötülüğün son bulması için kendi kendilerini yakmışlar. Bu hastaneye gitmek için Amy'nin korkularını yenmesi lazımmışmış da, Amy hastanelerden çok korkuyormuş da, bunun nedenini birileriyle paylaşmalıymış da, Nick'siz hayat bir hiçmiş te, Amy de onlardan biriymiş de bla bla bla. Allahım sana geliyorum...
Korkunç bir filmdi, ama iyi anlamda değil :p

IMDB Puanlaması : 4,2/10
La Santa Roja Puanlaması : 1,5/10

16 Ekim 2008 Perşembe

Daima Mutlu

Orjinal Ad : Happy Go Lucky
Yapım : 2008, UK
Yönetmen : Mike Leigh
Süre : 118 dk

Filmekimi'nin son filmi, kapanışı sırıtan bir suratla yaptırdı. Daima Mutlu, bana biraz klasik Şaban filmlerini de anımsatsa da dialogları farklılığı yaratıyor. Yine de başroldeki Sally Hawkins'in garip kıkırtısından sonra gelen iç çekişi bana Kemal Sunal'ın klasikleşen gülüşünü de hatırlatmadı değil.


Filmimizin kahramanı Poppy, herşeyle dalga geçen ve keyfini hiçbir şeyin bozamayacağı bir ilkokul öğretmeni rolünde. Hatta o kadar da zevzek ki kendisinin bir yerde söylediği "Ben de bu kadar çocuğu bana emanet ettiklerine inanamıyorum." cümlesi tam cuk oturuyor sizin düşüncelerinize.
10 yıllık ev arkadaşı Zoe de bir ilkokul öğretmeni. Birlikte Afrika ve Güneydoğu Asya'daki birçok ülkeyi gezip öğretmenlik yapmışlar, bu da ilişkilerini çok güçlendirmiş. Hatta Zoe, Poppy'e öz kardeşi Suzy'den bile yakın geldi bana. Filmi izlemiş veya izleyecek olanların bu kardeş Suzy'nin yürüyüşünün ve konuşurken çenesinde oluşan kırışıkların iğrençliğine dikkatini çekmek isterim.

Poppy'nin bisikleti çalınınca ehliyet almaya karar veriyor ve bunun için bir direksiyon eğitmeniyle anlaşıyor. Direksiyon eğitmeni Scott'ı canlandıran Eddie Marsan, ilk görüşte bana klasik tüküre tüküre küfreden öfke problemli Liverpool holiganını hatırlattı. Filmde de oldukça problemli bir adamı canlandırıyor; bir kere temizlik manyağı ve takıntılı. Ayrıca kendisine dokundurmayanlardan. (Don't touch me!!) İnsanların çok kaba olduğunu düşünüyor ve öfke problemi var. Ha, bir de bence deli. Dikiz aynası ve yan aynaların oluşturduğu üçgeni mistik birşeye benzetiyor (Adını unuttum.) ve üçgenin tepe noktasını oluşturan dikiz aynasına Enraha adını vermiş. Arabada bulundukları her 1 dakika başına 8 kere Enraha dediğini duyabiliyorsunuz. Ama bu sizi sinir etmek yerine vurgusu yüzünden kıkır kıkır güldürüyor, en azından bende böyle oldu.


Başlarda birbirleriyle pek anlaşamaz bu ikili, aslında durum tam olarak Poppy'nin Scott'la eğlenmesi, Scott'un ise Poppy'e uyuz olmasıdır. Zamanla görürüz ki Scott, bu uyuzluğun altında Poppy'e abayı yakar ve bundan onun topuklu çizmelerini, dekoltesini, sürekli gülmesini, aslında Poppy'nin yaptığı hiçbir şeyi ciddiye almamakken kendisiyle dalga geçmesini sorumlu tutar. Bu sahnelerde de filmin drama kısmını görürüz.
Bu arada bir flamenko kursuna katılır Poppy. Filmin ilerleyişinde etkisi olan bir olay olmasa da flamenko öğretmenlerinin duygusal boşalması izlemeye değerdi.


Yalnız takılan Poppy ve Zoe, neredeyse birbirlerine sulanacak durumdayken Poppy Tim ile tanışır. Kendisi kadar zevzek olmasa da ona ayak uyduracak düzeyde şebek olan bu maviş gözlü adamla da filmimizi mutlu sona ulaştırırız. (Hayır evlenmiyorlar, mutlu sondan evliliği anlayan sevgili okuyucular)


Yer yer Poppy'e gıcık kapsam da çok eğlendiğim ve güldüğüm bir filmdi. Ama şu bloddy British aksanı yok mu, off!
Filmin web sitesinden trailerını da izleyebilirsiniz.

IMDB Puanlaması : 7,1/10
La Santa Roja Puanlaması : 7/10

15 Ekim 2008 Çarşamba

O'Horten

Orjinal Ad : O'Horten
Yapım : 2007, Norveç / Almanya / Fransa
Yönetmen : Bent Hamer
Süre : 90 dk

Bazı insanlar vardır, yanlış insanları seçerler. Bazı insanlar vardır, yanlış filmleri seçerler. Festivaller kapsamında gelenekselleşen kötü film seçimimin bu yılki üyesi O'Horten oldu. Hatta çok ayıp ama itiraf edeceğim; yaklaşık 15 dakika uykuyla cebelleştikten sonra 3 dakika kadar uyudum.


67 yaşında makinistlikten emekli olan Odd Horten'ın başından geçen birkaç gün anlatılıyor filmde. Güldüğümüz 3-4 sahne dışında bu film ne anlatmaya çalışıyor ki sorgusundan kurtulamadık.
Annesi eski bir kayakla atlama sporcusu olan O'Horten, sonradan öğreniyoruz ki, bu sporu hiç denememiş. Korkusunu yenip diğer bütün çocukların yaptığı şeyi yapamadığı için annesinin ona kırgın olduğunu düşünüyor. Ama film, bu çocukluk travması üzerine kurulmamış. Sadece yönetmenin sözde "mutlu son"u O'Horten'in bu korkusunu yenip çatıdan aşağıya kayması olarak gösterilmiş. Filmin bütününü kapsayan bir hikaye, bir ana düşünce, bir atmosfer birliği, bir kurgu, bir derdi olmadığı için birbirinden kopuk kopuk sahneler izliyormuşsunuz izlemini doğuyor bir süre sonra. Bir önceki sahnede uğraşarak kurulan hikayeciği çözümlemeye sakın çalışmayın, zira bir sonraki sahneyle bir alakası olmayacak!

Aklımda kalan birkaç sahne varsa onlar da Makinistler Birliği'nin grup selamı, O'Horten'in bir üst kattaki arkadaşının evine ulaşmaya çalışırken camından içeri girip mahsur kaldığı evdeki küçük afacan, teknesini satmaya karar verdiği adama ulaşmaya çalışırken başından geçenler ve teknesine annesinin ismi olan Vera'yı vermesi olabilir.


Gereksiz bir film...

IMDB Puanlaması : 6,8/10
La Santa Roja Puanlaması : 3/10

14 Ekim 2008 Salı

Otostopçunun Galaksi Rehberi

Orjinal Ad : The Hitchhiker's Guide to the Galaxy
Yapım : 2005, USA / UK
Yönetmen : Garth Jennings
Süre : 109 dk

Evet, bu filmi ancak izleyebildim. Ve yine evet, 5'i 1 yerde Kabalcı versiyonu yaklaşık 3 yıldır kitaplığımda boynu bükük beni bekliyor. Ansiklopedi görünümlü kitaplardan korkuyorum.
Ama bu korku yersizmiş! En azından bu kitap için. Hayatımda en çok güldüğüm filmlerden biri idi sanırım. Bilimkurgu ve komedinin birleşiminin güzel bir kokteyl yarattığı Back to the Future'dan beri belliydi zaten.


Hayatını kurtardığı arkadaşı Ford uzaylı çıkan Arthur Dent, bu sayede dünya yok olmadan önce otostop çekerek kaçmayı başarıyor. Sabah yatağından kalktığı kılıkla, üzerinde bir bornozla bütün film boyunca da arz-ı endam ediyor. Otostop çekerken, tesadüf eseri Ford'un kuzeni, aynı zamanda da Galaksiler Başkanı olan Zaphod Beeblebrox'ın kaçırdığı galaksinin en şahane gemisi "Heart of Gold"a biniyorlar. Zaphod'un amacı, "the ultimate question"a cevap verecek olan en bilgili bilgisayar Deep Thought'a ulaşıp cevabı öğrenmek. Bu yolculuk sırasında peşlerine düşen Vogon askerleriyle, Zaphod'un başkanlık seçimlerindeki rakibi Humma Kavula'yla, şeytani farelerle ve daha birçok zorlukla uğraşıyorlar.


Öyküden de anlaşılacağı gibi oldukça absürd bir senaryoya sahip film. Ama çok eğlencelii!! Hele öyle küçük, saçma ayrıntılar var ki sonradan aklınıza geldiğinde dudaklar kıvrılıyor. Beni en çok güldürenler;
- Çevirmen balık : Kulağınızdan içeri atıyorsunuz, balon gibi, sümük gibi bir balık konuşulan her şeyi anlayabildiğiniz dile çevirip beyne ulaştırıyor.
- Marvin : Depresyondaki robot. Robot demek ne kadar doğru bilmiyorum aslında, kendisi insan duygularına sahip. Sürekli "Hayat daha kötü olamazdı" diye dolaşan koca kafalı bir şirinlik muskası.


- Heart of Gold'un kapıları : Ohh ve off çekerek açılıp kapılan kapılar.
- The Hitchhiker's Guide to the Galaxy : Mottosu "Don't panic" olan elektronik kitap. Size asla havlunuzu yanınızdan ayırmamanızı tembihliyor!
- Zaphod'un kafaları : Başkanlığa uygun görmediği yönleri olduğu için kişiliğini ikiye böldüren Zaphod'un böylece biri gizli, diğeri görünen 2 kafası oluyor. Olur olmadık zamanlarda gizli kafa ortaya çıkıp gizlenmekle ne kadar doğru davranıldığını ortaya koyuyor.
- Deep Thought : Kendisinden "the ultimate question" sorulduğunda ancak cevapları bildiğini söyleyip "the ultimate question" sorusunu bilecek bir başka bilgisayar yapan gebeş bilgin. Ayrıca bir dizi hastası!
- 42 : ...
- Humma Kavula : Bildiğiniz korku filmi öğesi aslında; gözlükleriyle birlikte çıkan gözleri, belinin altındaki minik minik 40 ayakları, kelle koleksiyonu... Filmin kötü adamı.
- Beyaz Fareler : Dünyanın parasını ödeyen minik pislikler!
- Vogonlar : Bürokrasiye gönülden bağlı çirkin mi çirkin yaratıklar. Bir nevi milletvekili ırkı :p
- Limon sıkacağı : Zaphod'un tek kafası kaldığında kısa süreli de olsa iyi çalışması için giydirilen şapkanın tepesindeki obje. Tepesinde limon sıkılan Zaphod, birden zehir kesiliyor!


İzleyin, izlettirin!

IMDB Puanlaması : 6,6/10
La Santa Roja Puanlaması : 8/10

Palermo'da Yüzleşme

Orjinal Ad : Palermo Shooting
Yapım : 2008, Almanya
Yönetmen : Wim Wenders
Süre : 124 dk

Filmekimi kapsamında, sevdiceğimin işten izin alamaması neticesinde, onun biletiyle izlediğim Palermo'da Yüzleşme'ye anlayacağınız gibi kendime bilet alacak kadar ilgi duymamıştım film yorumunu okuduğumda. Fakat izledikten sonra "Aa, böyle anlatılmıyordu ki?!" yorumunu yaptırdığına göre eleştirmenlere pek kulak asmamak gerekiyormuş.


İlk önce ismi dikkatimi çekti, bir fotoğrafçının hikayesi anlatılırken havada uçuşan okları tanımlamak için leziz olmuş. Türkçe'de daha güzel kelime oyunları var ama. (Evet, dil milliyetçisiyim.)


Başroldeki Campino, Alman rock grubu Die Toten Hosen’in solistiymiş. Şu noktada 8 Mile gibi bir "şarkıcı" filmi bekleyenlere kötü haber, adam gayet güzel oynuyor ve tek bir nota söylemiyor! Zengin hayatında bunalmış, tatminsiz, amaçsız, şımarık bi fotoğrafçı karşımızdaki. Hem sanat müzelerinde eserleri sergilenecek kadar saygın, hem de Milla Jovovich'le çılgın çekimler yapacak kadar moda. Yediği önünde yemediği arkasında beyimiz "Allah'ım hayat çok anlamsız"lara kapılıp Palermo'ya doğru yola çıkıyor. Şehri boş boş gezip dötüme benzeyen fotoğraflar çekerken bir okçunun oklarına hedef olur. Yalnız ortada bir gariplik vardır, bu okları ve okçuyu neden başka kimse görmez? Adam deli midir, divane midir? Bu sıralarda bir afetle tanışır ve hikayesini ona anlatır. Afet ona direk inanır, evine götürür ama birşey yapmazlar. Afet de mi şizofrendir? Birlikte bu esrarengiz okçunun peşine düşerler, acaba Mevla'larını mı bulacaklardır belalarını mı?


Filmin ilk 1 saati boş boş dolaşan bir adama bakarak geçerken sonraki 30 dk "Birşeyler oluyor ama hiçbir yere bağlanmıyor!"la geçiyor. Hikaye ancak son yarım saatte oturuyor ve ne umdum ne buldum durumu oluşuyor. Ama öyle The Sixth Sense'daki gibi bir "Adam ölüymüş" durumu beklemeyin.


Yönetmen Wim Wenders, daha önceden tanıdığım bir isim değil. Yalnız amcanın uslubu, ne söyleyecekse çok derin metaforlara, imgelere, ters köşelere dalmadan direk söyleyip konuyu kapatmak. Burada da aynısını yapmış, filmden çıktıktan sonra üzerinde yaklaşık 3 dakika konuşup yorumlama kısmını bitiriyorsunuz. Zaman güzel geçti mi derseniz, bir şekilde geçti işte...

IMDB Puanlaması : 6,7/10
La Santa Roja Puanlaması : 4,2/10